15 Kasım 2011 Salı

Seni Korumak İçin(*)

Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben. Evlerin ve kalabalığın ağırlığını sana üstün tutmadım. Yoksulluğun acısından hafif bilmedim acını.

Yenilen herkesin boğuntusuydu kaybolduğum uzaklık, yüzün her bulutlandığında. Nereye gidersem gideyim seni yürüdüm hep. Sevincini bir barış, bir bayram sabahı gibi taşıdım içimde. Sesine güvendim, gözlerine en çok yakışan o sürekli yaz ikindisine. Gökkuşağının altından geçen çocukların şımarıklığıydı, kâküllerini her araladığımda gövdemdeki ürperti.

Ağzımdaki meneviş sendin insanlara şiirler okurken. Bütün öksüzlerin kederiyle baktım yüzüne, ne zaman geleceği düşündüysem. Bir haksızlığı haykıran herkese senin soluğunu verdim. Bütün hapislerin penceresi yaptım seni. Sonra tuttum kenar mahallelerin yalnızlığını gösterdim, bir özür, bir bağışlanma umuduyla.

Kirpiklerinin ömrüme açtığı yolda yaptım bütün kavgalarımı. Söze inandım, gövdene ondan çok. Dönüp dönüp sana geldikçe anladım özgürlüğün aşk olduğunu. Alışkanlıklara yenilmedim ben, seni bir alışkanlığa dönüştürmek istemedim yalnızca.

Çocuklar dünya karşısında yenik büyüyordu. Babalarından başka doğru bilmeden yaşlanıyordu erkekler. Çarşılar evleri çoktan teslim almıştı. Kızlar şarkısını kimseye söyleyemiyordu. Sokaklardan esen güneş değil, geri çekilme duygusuydu. Annelerin sütünde ışık yoktu.

Kaba adamların kalın sesi örtmüştü ülkeyi. Güzellik, insanların gelecek düşlerinden çoktan çıkmıştı. Kimsenin ortak türküsü yoktu ve kimse türküsünü bir başına söyleyemiyordu. Bir yere gitmeden, gelecek birisini bekliyordu herkes.

Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar. İncelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti. Şiddetin coğrafyasında elbette gökyüzü bir lükstü ve ancak yağmur yağınca anımsanıyordu.

Gittiği en büyük uzaklık evinden işi olanlara, ne aşk, ne özgürlük, ne barış anlatılabilirdi. Seni korumak için karşı durdum tüm bunlara. Dünyayı senden geçirerek sevdim. Geri çekilmem yakışmazdı seni sevmeme.

Günlerdir yoksun. Öfkeni bile özledim. Nasıl bir uzaklıktan geleceksin bilemiyorum. Ayrılıktan medet umar oldum. Kaşlarının işaret ettiği yerde duracağım. Kararan gümüşler gibi duracağım. Bir ülkenin acılarına tutunarak özür dileyeceğim.

Işıklı bir korunak arayacağım sesinin kıvrımlarında. ‘Gelmen iyiliktir’ diyeceğim. Yüreğimden başka yanıtım olmayacak. Bir sorudan bir soruya vuracağım seni yine. Dünyanın bütün yağmurları yağacak iki söz arasında. Ellerimi geçmişe mi geleceğe mi koyacağımı şaşıracağım.

Küller altındaki köz için bir yudum soluk isteyeceğim. ‘Aşk iki kişiliktir’ sözünü düşüneceğim uzun uzun. Kalkıp pencereden hayata bakacağım. Alnından öptüğüm yerde ülkemsin, ağzından öptüğüm yerde kadınım, diyeceğim. Bir gülüşünle çıkıp caddeleri dolduracağım.

Ömrümden öteye taşıdığım çocuk... Ya sen bu ülkede doğmasaydın, ya ben aşkı herkes gibi bilseydim.

(*)Şükrü Erbaş

17 Ekim 2011 Pazartesi

Bilişime Komple Girişim

Bu anlayışla, ilk adımı attıkları "filtreleme" sunumuyla "yasak"lama girişimlerinden sonra, sanıyorum ki ülkedeki tüm bilgisayar ve internetle alakalı materyalleri de, Beyoğlu'nda çift kişilik koltukları topladıkları gibi toplamaya başlayacaklar...

Ülkede yapılan her reform(!), Türkiye Cumhuriyeti'ne atılan çok ciddi bir darbe iken ve tüm bu çökertmelere kimsecikler ses çıkaramayacak duruma getirilmeye çalışılırken, insanların küçük gruplar halinde yürütttükleri pasif direnişlerini tetikleyen ve toplanmalarını sağlayan "internet" gibi bir kavramın/oluşumun/aracın; rahatsız edici sinek vızıltısı gibi hissedilmesi ve kolunu kanadını budayarak "adam etmeye" çabalamaları elbette kaçınılmazdır. Zihniyet bu ise ve geçilen yollar / gelinen noktalar takip edildiyse; bundan sonra da kısa veya uzun vadede neler olacağını anlamak ve görmek zor olmayacaktır.

Kolunuz, bacağınız, gözünüz, kulağınız yerindeyken ve
mâazallah henüz hiçbirine bir şey olmamışken; dizlerine vurarak, içi yanarak interneti "müstehcen" olarak tasavvur eden adamın sözlerine kulak verin.. İçinizi dışınızı onun nur cemâli bürüsün; bir sözünü emir, tükürüğünü yağmur, ideallerini kutsal kitabınız tayin edin!... "Bu bilgisayar oyunları filan..." bozar insanı..

Hem?

Hem teknoloji de neymiş canıım?!

Verin ellerimize birer tefsir kitabı; bağdaş kuralım evlerimizde onlara kafa yoralım.. Kur'an okuyalım ve hatta hatim indirelim.. İndirdiğimiz hatimleri, dünyanın geleceğini kurtarmak için kullanmaya çabalayalım... Bu dünyada ne gayesi olabilir ki bizim gibi müstehcenlik düşkünü çakal takımlarının? Yani iki cihanda selamete ve mutluluğa ulaşmak için Allah-u Teala'nın kitabını; yine O'nun muradına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarıp cihanı fethetmeye çalışmak neyimize yetmiyor allasen? İnsan mıyız biz? İnsan ne demektir? Nedir ki insan hem?

... ve evet,


asırlardır yüzlerce kez tecavüz edilmiş insanlık onuruna tecavüz etme sırası, sırasını bekleyenlere geldi...

... ve sonumuz,

iki dudak arasından çıkacak uygun kelimelerle dansetmeye hazırlanıyor.


...ya diğerleri?

"Usame Bin Ladin öldürüldü"

Çok ilginç!..

Neredeyse bütün evrende neler döndüğünü takip edebilen bir teknolojiye sahipken; başkanlık seçimlerinin arifesinde, usulünce oynanan klasik mide bulandırıcı kapitalizm numaralarıyla karşı karşıyayız.

Usame Bin Ladin'in öldürülmesinin yani müslüman görünümlü, saçlı sakallı, sarıklı bir teröristin ailesiyle birlikte kökünü kazır bir kararlılıkla öldürülmesinin, ve akabinde "türbe yapılmasın" inancıyla cesedinin denizde balıklara yem edilmesinin kime ne yararı olmuş olabilir? Bunu bir düşünmek gerekiyor...

Bin Ladin, Amerika'nın ikiz kulelerini alaşağı etti, yüzlerce insanın ölümüne yol açtı.. Bunu biliyoruz ve bu kabul edilir bir şey değil... Terörün nereden geldiğinin ve kim tarafından gerçekleştirildiğinin, insanlık için çok bir önemi yok. Sivil halk olarak; amaçlar, gayeler ve hırslar uğruna her an her yerde pisi pisine canımızı verebiliriz.

Demem o ki;

Bin Ladin'den önce terör yok muydu? Bin Ladin'den önce insanlar şuursuzca katledilmedi mi? Bin Ladin'den önce yüzlerce insanın bir arada yakıldığı parçalandığı toplumsal terör - cinnet vak'aları yaşanmadı mı? Dünya'daki terör tarihini, Bin Ladin'den önce - Bin Ladin'den sonra diye mi takvimlendirmeliyiz?

Herkes bi'otursun yerine...

Bin Ladin, Ortadoğu'da ve Orta Asya'da oynanan kirli iktidar savaşının en önemli kozlarından biriydi. Onu diğerlerinden ayırt eden tek özelliği ise, Amerika'nın kulelerini yıkacak kişi olarak bu oyunda başrole seçilmesiydi. Bu sayede ünlü oldu, bu sayede meşhur oldu, bu sayede aranan kişi oldu.. Amerika'ya elini uzatan asi delikanlı olarak tarihe geçti.

Elbette ki Amerika'ya el uzatan bir tarih adamının ölümü de şanına yakışır olmalıydı.. Amerika "türbe" olacak şekilde bu küçücük adamın mezarının olmasına izin verseydi, büyüklüğünden çok şey kaybedecekti.. Çünkü Amerika ezendi, taş üstünde taş bırakmayandı, Dünya'nın her köşesine istediği gibi girip çıkar, istediği yerde at koşturur, koşturduğu atların kum üzerinde havalandırdığı tozlarla da, başka coğrafyaları alaşağı edecek güçlü bir dinamikteydi.

Amerika, Amerika'ya el uzatanı bir köpek gibi süründürürdü. Amerika bu, elbette yapardı!... Yoksa şanına leke sürülür, insan içine çıkamayacak hale gelirdi...

Şimdi, Bin Ladin'in ölümünden sonra yani, hayatta olan El Kaide'den dolayı surlarını örmekle meşgullerken; savaş etiği gereği, darbeyi karşıdan mı bekleyecekler yoksa tekrar kök kazımak için hangi coğrafları bombalamaya başlayacaklar, bu uğurda daha kaç sivili savunmasız öldürecekler, merak konusu...

..ve sanırım bu gazla giderlerse, başkanlık seçimini yine büyük bir zafer coşkusu ve elbette beraberinde gelen huşu yelpazesi içinde, toplumsal bütünlük ve barış içinde geçirecekleri gün gibi aşikar..

...helal olsun size!...

Gök'ün Çek'i

Melih Gökçek'in pervasızca ve kendini bilmezce ürettiği l(g)aflara bir yenisi daha eklenmiş bulunmakta.. Bu adam ne zaman herşeyden elini eteğini çekip, muhteşem yuvasında seyr-ü sefa'sını sürecek çok merak ediyorum.

Bre adam, memlekete dair en ufak bir "iyi yolun" yokken; her şeyi her gün daha da beter hale getirmek için elinden geleni yapıyorken; milletin gözünün içine baka baka hakaretlerini arka arkaya savurup, sana en ufak bir eleştiri geldiğinde de ortamlarda "şeref" tahayyülü yapacak kadar çok şerefliyken; nasıl hala bu kadar seviyesiz bir pişkinlikle etrafa gülücükler salabiliyorsun?

Gidişini ve tahttan ineceğin günü heyecanla bekliyorum.

O da normal olur mu, giderken nasıl bir hezeyan ve karışıklık yaratırsın, kimlere ne tür laflar edersin; gerçekten kestiremiyorum. Biliyorum ki; senin gibi düşünüp ve senin sarfettiğin güzellikte cümleler sunmak için Türkçe'mize; senin yakınında/civarında ve senin gibi düşünüyor olmak gerekir.

Önü alınamaz bir gıpta ve "tüm iyi niyetimle" izliyorum seni...


Kalbe kan hücum ederse...

Kalp çok garip bir organ... Organizmanın beyinden sonraki en önemli parçalarından biri. Tüm vücudun mekanizmasını tamamen durduracak derecede ölümcül güce sahip olduğundan, tehlikeli ve kesinlikle iyi korunması gereken önemli bir çark dişlisi...

Kalp ağrısı hususunda, hadisenin bilimsel tarafına bakarsak; ani duygu değişimleri, beyin fonksiyonlarına bağlı olarak kalp basıncını derhal tetikleyeceğinden; yüksek sevinç, heyecan ya da yüksek üzüntü durumları kalp basıncını arttıran ya da azaltan faktörlerdir. Tıp bilimi Cem Özer'in başına gelene "kırık kalp sendromu" demiş zaten. Bu sebeple, daha fazla irdelemenin, anlamsız araştırmalara girip de okur ruhunu daraltmanın bir manası yok.

Kalp ağrısı hususuna, hadisenin duygusal tarafıyla da anladığımız ölçüde bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

Şöyle ki;
iki eş arasındaki ayrılıktan kalbin etkilenme derecesi kişiye / kişilere göre ya da yaşanmışlıklara oranla değişkenlik gösterebilir. Zira eşlerden biri, diğerinden -boşanmış olsalar bile- daha hastalıklı yani daha "bağımlı" olabilir. Bağımlılık anlayışının, hele ki "bir insana bağımlılık" anlayışının ne derece tehlikeli bir kişilik bozukluğu olduğu kuramından yola çıkarsak; Cem Özer'i hasta eden kalp ağrısını hem duygusal, hem psikolojik, hem de fizyolojik olarak tanıma şansı edinebiliriz, evet bunu yapabiliriz...

Her insan gibi, her ilişkinin de bir sonu vardır. Yaşadığımız ve yaşarken bize eşlik eden her duyguyu da zamanla tüketmemiz bundandır. İnsan ilişkilerinin bile, kapitalizmin düzen anlayışıyla aşırı bir acelecilikle yenilip yutulduğu bu dönemde, uzun sürmüş ve bitmiş bir birlikteliğin ardından kendini hasta edecek derecede üzmek; açıkcası bana çok mantıklı gelmiyor. Sanırım böyle durumlarda bir uzman desteğine ya da bünyeye uzman desteğinde zerk edilecek belli oranlarda lityuma ihtiyacımız olabilir.

Bu yüzden hadisenin özünü oluşturan ve "hasta eden"kavramını, "sevdiği kadını başka bir adama kaptırmış" olmanın verdiği hırsla cereyan eden ve neticesinde fizyolojik olarak dışa vurulmuş önemli/önemsiz bir kırıklık olarak algılıyorum.

Üzülmeyin arkadaşlar... Hırs yapmayın...

Hayat kısa.. çok kısa.

...üç günlük kısacık yaşamınızda, bir gününüzü gidenin ardından ağlamakla, ahlayıp vahlamakla ve ne bileyim boşa kürek sallamakla harcamayın.

Bilin ki:

Gitmek, gitmektir... İşte hepsi bu.

...

Sıvaz Oğlanları

Bir kadın olarak, bahsi geçen çekimleri ve afişleri bugün izledim ve tabir yerindeyse "midem ağzıma geldi", bunu çok açıklıkla söyleyebilirim.

Erkeğe:

"Abi gözünü seveyim yapma, etme... Bak o kadın; çaresiz savunmasız, senin bir fiskenle bak nasıl da manyaklaşıyor, nasıl da köpekleşiyor, nasıl da canı yanıyor ve kurbanlık bir koyun gibi aciz kalıyor?! , abi beni ağlatma lütfen vurma, acı O'na!"

...demeye getirilmiş derecede kadını aşağılayan ve kadına "insan" muamelesi yapılmayan, aşırı determinizm* anlayışıyla; kendini beş para etmez bir pazarda satışa sunmuş; iğrenç ve şiddet yanlısı erkeğin sırtını sıvazlayan aptalca ve berbat bir kampanya olarak algılıyorum.


Zaten bilinçli-bilinçsiz olarak insanların ezilmeye çalışıldığı; bir dalga gibi içten içe şiddetin körüklendiği ahlaksız, kendini bilmez, ruh hastası kaynayan ve kanayan bir toplumda yaşarken; bir de bu tür ileri faşizm içeren "sözüm ona olumlu ve yapıcı
" reklam kampanyaları eşliğinde, biz kadınlar olarak şiddete uğramadan insanca yaşamak için, kaç kilometre daha yürüyeceğiz bilemiyorum, kestiremiyorum..

İnsan dediğin fiziksel olarak üstün olduğu birine el kaldırma içgüdüsüyle yaşamaz!.. İnsan dediğin, kendi içinden çıkamadığı içsel problemlerini dışa vururken, elinin tersiyle yanındaki insana bilinçli olarak vurmaz!.. İnsan dediğin, konuşur. Sıkıntısını, dilinin döndüğünce karşısındaki insana anlatmaya çabalar!.. İnsan dediğin, tüm bunlar olamıyorsa; istenmediği yerde durmaz, çeker gider!..


Bunlar yanlışsa yanlış deyin, beni kötüleyin!

Sizin küçük beyinleriniz; erkek olmayanı dahi kışkırtabilecek potansiyelde bir çekim güzelliğiyle, saniyede bin kare (1000 kare /sn) çekebilen güçlü kameralarla, "şiddeti şiddetle kötüleyen" kampanya oluşturmaya yetiyorsa şayet, bugün yarın şiddete maruz kalacak bir kadının başına gelenlerden/geleceklerden de sizi sorumlu görme hakkına sahibim, sevgili yapımcılar...

Hiçbirinizde mi akıl yoktu ki, bu kampanyanın ne tür saçmalıklara zemin olabileceğini düşünmediniz?


Üzülerek dile getiriyorum ki; tabandan yükselen sesler bana bugün şunları söylüyor: "Dur la dur la!.. Bugün ağır çekimle izlediğim tokat sahnesindeki şekili, akşam benim karı üzerinde uygulayacam, bakalım bizim karının da yüzü aynı titreme şekliyle sarsılacak mı!"

Bu köhne toplumu bu şekilde bilinçlendiremezsiniz! Teknik kaynaklarınızı kullanırken, biraz da kafanızı kullanmanızı diliyorum...

(*)determinizm:
ahlaki seçimler dahil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden varolan nedenlerce belirlendiğini savunan kuram.


Not: Bahsi geçen çekimi izlemeyen izlekler için, aşağıda bağlantıyı paylaşıyorum:

http://www.facebook.com/video/video.php?v=10150090559607215&oid=143373262392740&comments




EVgenekon

1980'lerde özel bir harekatla ordunun siyaseti allak bullak edip; yönetime geçtiği bu ülkede, söz konusu vahim olayın üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen; hala insanların özel hayatına ve yürüttüğü davalara zorbalıkla ve tahammülsüzlükle saldırmak; 100 yıl da geçse bu memlekette hiç bir şeyin değişmeyeceği anlamına geliyor..

Tek farkı; bu darbeyi üniformalı askerin yapmamış olması.

Ordudan tuttuk önce, hukukçulara,
sonra siyasetçilere, sonra gazetecilere ve en nihayetinde halka yayılacak olan kocaman bir çark oluşturuldu; herşey yolunda gidiyor...

İnsanlar susturuluyor, korkutuluyor, bastırılıyor, canları çıkarılıyor, her türlü gaddarlığın alası, kocaman bir canavar modunda üzerimize üzerimize geliyor.. Bakalım daha kimler, EVlerinden alınarak gözaltına alınacak, tutuklanacak, saçmasapan yasalarla tutuklanıp cezaevlerine konulacak; süründürülecek, sürgüne gönderilecek.... İnsanlar bakalım daha ne kadar yaşadıklarına, yaşıyor olduklarına pişman edilecek!...

Bu aptalca düzen içinde, öylesine sistemli yürütülen bir sivil darbe ki bu; içerisinde tek bir hata aramak çok çok aptalca olacak...


Suç ve Dekolte


Kadının dekolte giymesini şöyle bir kenara bırakın, nefes almasının bile çoğu coğrafyada suç olduğu bir evrende; bu tür "öğretim üyeleri" için bence özel bir klinik açılmalı... ve üzerlerinde onları gerçekten çok çok zorlayacak bilimsel bir takım deneyler yapılmalı kanaatindeyim.

Şöyle ki;

O klinikte, özel bir yatağa bağlanan bu şahsiyetlere, 24 saat boyunca kesintisiz olarak dekolteli ve mini etekli-şortlu kadınların tecavüze uğramalarına neden olabilecek günlük davranışlarından oluşan videolar izletilerek, deneklerin davranışsal anlamda gösterdikleri tepkiler bir bir ölçülmeli, tüm gözlemler bizlere aktarılmalı.. Özellikle aşağıda üzülerek yazımın içine dahil etmiş olduğum sözleri sarfetmiş olan sevgili hocamızın analiz sonuçlarını çok merak ediyorum...

Soruna, "Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim, sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir." mantıksızlığıyla yaklaşan; kadını bir cinsel obje kaynağı olarak gören zihniyet, sanırım kendisi de dahil bütün erkekleri "hayvan" olarak nitelemek istemiş bu cümleleri kurarken...

Çünkü şüphesiz kendisi de bilir ki; Tanrı her insana birer akıl vermiştir, iyiyi ve kötüyü, doğruyu yanlışı, saygıyı ya da saygısızlığı ayırt edebilmesi için...

Bu şekilde fütursuzca konuşarak daha sorunun kökenini anlayamamış olduğunu düşündüğüm bu gözü kapalı zihniyet, nasıl olur da hatırı sayılır bir üniversitede yani bir bilim yuvası olması gerken o yerde, kendisi gibi yüzlerce insan yetiştirmek için hala o görevinin başında bulunabiliyor?

Aklıma yüzlerce cevaplandırılmasını "boşa beklediğim" soru gelmekteyken, her birinin cevabını kendi içimde de mantığımla ve aklımla verebiliyorken; yalnızca sorunun odağını KADIN olarak niteleyen bir zihniyetler yığınıyla, bir KADIN olarak nasıl konuşulması gerektiğini gerçekten bilmiyorum. Bir KADIN olarak; buna cesaret bile edemiyorum!

Dekolteyi günlük yaşamımda çok fazla tercih etmeyen bir KADIN olarak söyleyebilirim ki; sizin öncelikle benim inancıma saygı duymayan, benim bakış açıma tahammül bile edemeyen, beni bir kaşık suda boğmaya çalışan bu açıklamalarınız; sizlerin ne kadar iktidar tutkunu, sizlerin ne kadar ezmeye meyilli, sizin ne kadar faşizan ve "ırkçı" olduğunuzun bir göstergesi değil midir? Siz hangi dine inanıyorsunuz sayın hocam? Artık bence bir karar verin...

Bu ülkede yalnızca dekolte giyen kadınlar tecavüze maruz kalmıyor sayın hocam! Tüyü bitmemiş çocuklar da, herhangi bir albenisi olmadan sokakta yürüyen kadınlar, yaşlılar ve hatta erkekler de tecavüze uğrayabiliyor.. Ancak siz hala tüm bunları göremeden bir KADIN objesine dikmişsiniz gözünüzü, hastalıklı toplumunuzun tüm fertlerinin hastalığını tek bir sebeple geçiştirmeye çalışarak birilerinin dikkatini çekip prim yapmaya çalışıyorsunuz...

Umarım sizi çabucak farkederler ki hiç şüphem yok bundan, belki ileride bakan olursunuz, ve hatta kim bilir "Kadın ve Kadından Sorumlu" bir devlet BAKANI olursunuz, hepimiz tek seferde, sayenizde yüce bir feraha erişiriz sayın hocam....

Saygılarımla, tüm içtenliğimle!...

Kağıttan Siyaset

Bu ülkede kağıttan yapılı bir sistem varsa, bu siyaset sistemidir.

Her türlü laçkalığın yaşandığı; ağızlardan çıkan lafların "tartılmak" gibi bir kaygısı olmadığı, her türlü kirlilik ve pisliğin yaşandığı şu zamanlarda, ülkeyi kalkındırmak şöyle dursun; alakasız reform(!)larla "biz halktan yana siyaset yapıyoruz" diyen sevgili siyasetçilerimizin sergilediği bu sözler; apaçık, ülke bütünlüğünü bozmaya yönelik iç savaş narası atan cümlelerdir.

Bir ülkede silah ve ordu, savunma amaçlı kullanılır. Her türlü dış tehdite karşı ülke sınırlarını muhafaza etmek, gerektiği yerde (polis kuvvetinin yetmediği koşullar da dahildir) tüm donanımlarını kullanarak iç huzuru sağlamak ordunun ilk aklıma gelen asli görevlerindendir.

Ancak görüyorum ki, zaten iç huzuru sağlamış olan sevgili siyasetçilerimiz; insanlara verdikleri huzur yetmiyormuş gibi, artık kendi içlerinde; onları dahi ayakta tutan kolonları da tekmelemeye başlamışlar... Bu durum gerçekten çok komik ve aslında çok anlaşılır..

Ortadoğu'nun en sağlam yerinde ikamet etmekteyken, iç huzurun kime ne yararı olabilir? Kavga edelim, surları yıkalım, taş taş üstünde kalmasın, birbirimizin etlerine dişlerimizi geçirip; kesip, parçalayıp koca koca parçalar tükürelim ki, şanımız yürüsün, bizden istenenin en alasını gerçekleştirdiğimizi sahiplerimize gösterelim değil mi?

Ne zaman ki artık bencilliğimizden kurtulup, kendimiz olup düşünmeye başlarız, o zaman refaha ereriz gibi geliyor. Zor olsa da, imkansızı çağırsa da; insanlar kendisi gibi hareket edemedikleri, düşünemedikleri, bağlandıkları iplerinden kurtulamadıkları sürece, (henüz daha çok az insanın anlayabildiği) Atatürk'ün gösterdiği o yollar da maalesef bir daha açılmamak üzere bir bir kapanacak... Yollar işleniyor.. kapatılıyor... imha ediliyor... tadilata giriyor aman kullanmayalım vs... derken; esas en mühimi, "kendi içimizde ne yaparsak yapalım ama bizi koruyan birileri var" mantığı kendiliğinden iflas ediyor.

Yani kısacası; savunmanın gözbebeği olan ordu da çökertilirse, o sahipleriniz sizi imha etmek için yola çıktıklarında; en başta sizin kara bedenlerinizi kim koruyacak bilemiyorum sayın efendiler...

Yiyin yiyin.. daha çok yiyin... bu han-ı iştiha sizin!




Ruhunu sattığın yer neresi ise, orada kal be adam!

Hıncal Uluç ölmez!...

O'na bir şey olmaz çünkü ruhunu çoktan bir bataklığın dibinde satmıştır; sattığı yerde de keyfini sürüyordur; korkulur ondan ve onun gibilerden...

Bir insan bu tarz aykırı cümleleri yazarken, eğer kimseden korkmaz, ağzına geleni söyleme cesareti duyarsa; ona bu hakkının olmadığını bağıra bağıra söylemekten asla çekinmem, gerekirse kendisinin yaptığı gibi "su testisi su yolunda kırılır!" gibi saçmasapan laflar sarfedip; ağır konuştuğumu sanmaktan öte, pervasızca yüzlerce küfürü kendisi için seve seve arka arkaya sıralayabilirim, bu güce sahibim!..

Ancak biliyorum ki, her meftaya saygılı olmamız gerektiği gibi, yaşayan her insana da saygılı olmak zorundayız, çünkü insanlığın gereği budur... Eğer, "insanım" diyorsan, yaşayan diğer canlılara saygılı olman gerektiğini bilmen gerekir ki bilmiyorsan da, bunu sana öğreten olmamışsa ve/veya algılayamamışsan; o senin en büyük insanlık suçundur, onursuzluğundur, "yaşaman bile gereksiz" der; keser, atarım!


Defne ile ilgili haberlerin birini bile okumadım. Biliyorum ki bu memlekette ölümün acı getirilerinden çok, olayların magazinsel kabarıklığı, daha çok ilgisini çekmekte insanların.. ve evet.. ve maalesef; daha çok tatmin etmekte. Bunu hiç bir şey gözlemlememiş olmama rağmen, tüm ezginliği ile yaşıyor olmaktan utanç duyuyorum!...

Ben Defne'de değilim, Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun... Bir sebepten dolayı, eminim hiç istemediği halde, son nefesini vermiştir o (belki de) köhne evde.. Eminim ki, oğluna sarılıp pısır pısır uyumayı tercih etmediği bir saatte (ki mümkündür, insanlar yapar böyle şeyler) , başına geleceklerden habersiz felekten bir gece çaldığı o akşam; son nefesini vermesi kadar acı bir şey olamaz.. Hele ki geride bıraktığı, küçücük bir can ise...

Eminim ki gözleri açık ya da olanlara inanamamış bir ruh çöküntüsüyle göçüp gitmiştir bu anlamsız dünyadan... Kendisi için gerçekten çok üzüldüm.. Herşeyden önce bir anne olarak; geride bırakmayı asla istemediğim bir oğlum olduğundandır belki de; kendisi için gerçekten çok üzüldüm... Nur içinde yatsın lütfen...


Gelelim Hıncal delikanlısınaa..

Uzaktan uzaktan ahkam kesmek o kadar kolay ki bu memlekette (şu an ben de bu özgürlüğümü kullanıyorum), bu tür insanları bir zamanlar birilerinin dediği gibi "bir yerlerde sallandırmayı" düşünmekten - ne yazık ki- çok öteye gidemiyorum!..

Ah be adam, sen kimsin de , hiç tanımadığın (yazıya başlarken hiç tanımadığını özellikle vurgulamış) bir insan adına bu derece göğsün kabarık bir vaziyette atıp tutabiliyorsun? Sen kendini ne zannediyorsun? Nasıl bir müsvetteye sahipsin? Ölen o kadının kocasını düşünmüyorsan, tüyü bitmemiş yetimi de mi düşünmedin be adam?

O yazdığın kelimeleri gazete köşene göndermeden önce, bir bir göz atıp bakmadın mı sen, "kime dokundum, kime ne yaptım?" diye bir vicdan muhasebesi yapmadın mı? Yapmadın mı gerçekten?! Bu kadar mı aptaldın? -Ben hala bir insanın bu kadar aptal ve bu kadar pervasız olacağına -gerçekten hala- bir anlam veremiyorum.-

Sen nasıl; bu kadar çok insanın gözü üzerindeyken, bu ülkede yaşayan bir adamın ve bir kadının ve hatta en önemlisi minicik bir çocuğun hayatıyla oynayabiliyorsun? Sen hangi yolun yolcususun Sayın Uluç? Nereden geldin ki nereye gidiyorsun?..


Umarım, yıllar sonra, o küçücük delikanlı büyür ve seni bulur... Bulsun ve benim bu yazdıklarımla birlikte, sana anasının hesabını bir bir sorsun!.. Sorsun ki, sen de umarım o gün, utanırsın tüm bu yaptıklarından...

ve... sonuç olarak;

seni gerçekten tanımıyoruz ve istemiyoruz Sayın Uluç!...
Lütfen çek git hayatımızdan artık, mümkünse!...

Lütfen,

Git!...

Saddam'ın tatlı sesi...

Sivil halkı katlederek tarihe geçen ruh hastası bir diktatörün rolünü yapmak, herşeyden önce beceri ister, o ruhu kapmayı gerektirir ki ruhu hissettikten sonra o rolü izleklere yansıtmak ancak "usta"lara yaraşır... Rolün hakkını veremezsen, çektiğin film de heba olur, yönetmeni olarak da sen; yerin dibine batarsın bir daha çıkmamak üzere...

Tatlıses'te Saddam Hüseyin'i oynayacak ruh var mı?...

Bence var... zira tatlı ses İbo, günlük yaşamında;

Hiçbir şey yapmadan dursa da... Saddam'ın toplantıdaki haline benzer...

Duygulu bir türkü eşliğinde milletin gözünün içine bakarak ağlayıp, göz yaşlarını ve burnunu tertemiz mendiliyle silse de... Saddam'ın herhangi bir cenazedeki haline benzer...

-ağır çekimde izlediğinizi düşünün, daha da ilginç olacak- Sahne üzerinde hafif kambur şeklini alıp, 100 (yazıyla yüz) desibel gücündeki sesinin o en can alıcı çıkışında; sağ eliyle dudaklarına yapıştırdığı mikrofonu titretirken, sol elini de göğe açar kıvama getirip kızarmış olgun domates görüntüsündeki sarkık yanaklarıyla birlikte şiddetle sağa sola sallandırsa da... Saddam'ın kıyım emri verdiği dakikadaki cinnetli anına benzer...

Ola ki İbo, film içinde kıyım uzmanı Saddam rolünü oynarsa bile, eminim halkımızın gözünde yine tatlı bir ses olarak algılanacak. Hatta filmde Saddam kıyım yapıyor diye, ülkemin bir kesim tatlı ses hayranı, ona (aslında Saddam'a) özenip benzer hadiselere imza atma galeyanına gelirler diye de fevkalade endişeleniyorum...

Sözün özü... bir ikiz kadar benzerliği nedeniyle, bu rolü almaya hak görülmüş olabilir... Keza Mahsun da sanırım benim gibi düşünerek kendisine rol teklif etme gafletinde bulunmuş.. Ancak, sırf benzerliği için rol teklif ederek de aynı zamanda iddialı bir yönetmen olan tatlı sesimizi böyle kızdırıp Saddam'laştırmayın sayın Mahsun, rica ederim...

Gidin köşenizde oynayın kendi kendinize...


Yanlışlıkla tecavüz

Bu ülke artık bir muz cumhuriyeti halini aldığından, "kimin eli kimin cebinde?" sorusunu aptal olmayan herkesin cevaplandırdığını düşünüyorum.. Toplumu bu yapay malzemelerle-gündemlerle uyuşturan; gerçekten başarılı ve görevinde iyi insanları pis bir alet gibi kullanarak harcayan bir zihniyetin sonu nereye gider kimse bilmez...ama yanında bizim de sürüklenmekte olduğumuz karabasanıyla daha ne kadar mücadele edebiliriz onu da bilmiyorum...

"Geçenlerde, yanlışlıkla adamın birine tecavüz ettim!" demek ne kadar onursuzca ve aşağılık bir söylemse, bu yapılan talihsiz açıklamalar da -maalesef- devletin ve kurumlarının nasıl bir yanlışlıklar silsilesi içinde yüzdüğünün apaçık göstergesidir... Bu durum, "Bana yap dediler, yaptım... aklımı, onurumu, gururumu ve beni var eden her şeyimi kolsuz başsız güruhlar yaratmak için ayaklar altına almaya hazırım!" demeye denk geliyor benim kafamda.

Donanım

Artık bu darbe planlarının bir sonu gelmeli... Adamlar darbe planlarını yapıp yapıp, neden -konumuna göre- saçmasapan bir binanın zeminine gömme ihtiyacı duyarlar? Bunun mantığı nedir? Bu aptallıktır.. Stratejinin en dip noktası, salaklığın daniskasıdır...

Madem ortada dönen bir balyoz var ve senin kafana isabet edebilitesi çok yüksek; darbe planı yapan kişi olarak onları saklamak yerine (kağıt parçası sonuçta) git yak? Bunu yaparken de kendi içinde kendini aklamak için; korktum de, sıkıştım ve kaçtım de.. "abi ben balyozdan korkuyorum" de.. git yak? imha et.. Hiç bir şey beceremiyorsan ya da gücün yetmiyorsa da; gidip yattığın yere çişini yapma! Bunun aksini ancak düşünme-plan yapma-mantık kabiliyeti olmayan hayvanlar yapar...

Ama kağıt parçalarını Donanma Komutanlığı gibi, her daim demokrat, kültürlü ve entellektüel askerler yetiştirmesiyle nam salmış bir kuruluşun bina zeminine döşersen (?!) ve üstelik sahte belgeleri de sonradan onun içine tıkıştırmaya çalışırsan; "bunlar çok aptal lan!" diye kamuoyunun gözünden düşürmeye çalışırsan; ben bunun devlet eliyle, devlet tarafından yürütülen bir çökertme planı olduğunu düşünürüm... "Balyozu rastgele savurmaya başlamışlar" diye düşünürüm; aptallık olarak algılarım...

Yani, insanları aptal yerine koyuyorlar biliyoruz da, bu kadar da göz göre göre, gözünün içine baka baka insana ahmak denilmez. Her işin bir yöntemi vardır.




Namlunun Ucundaki


Geçenlerde saçmasapan bir rüya gördüm; keçinin biri, hayal kurdu diye kurşunlanıyordu.

Keçi hiç hayal kurabilir mi allasen!..